20 Kasım 2012 Salı

Skyfall


  Üstü başı aksiyon içinde, bol patlamalı, atlamalı, zıplamalı, hayali teknolojilerin kullanıldığı bir film bekliyordum. Lakin iş hiç de göründüğü gibi olmadı. Skyfall, bir ajana hem asalet hem de duygusal zenginlik yükleyebilen nadir filmlerden biri olmuş. James Bond acayip aletler kullanıp takım elbisesinin ütüsü bozulmadan dövüşen ajan değil artık; zeki, gerçekçi, makul ve asil bir İngiliz ajanı. Film, Bond’un çocukluğuna inerek onu seyirciyle yakınlaştırmış. Abartısız ve gördüğü her kadını yatağa atmayan bir James Bond klasik 007 hayranlarını kızdırsa da seriye yeni başlayanlar tarafından sevilecektir.
  Filmde M (Judi Dench)-ki Bond’un patronu sayılır kendisi- ile Bond’un arasına kara kedi giriyor. Buzlar kraliçesi M’in merhameti, 007’nin ise sadakati sınanıyor. MI6’in saldırıya uğraması ile artık yaşı kemale ermiş olan ajanımıza yine zorlu saha görevlerini yapmak düşüyor.
  1952’de Ian Fleming tarafından yaratılan ve 25. filmi çekilmiş olan 007’ye yine Daniel Craig hayat vermiş. Sarışın James Bond olmaz diyenlere inat rolünün hakkını fazlasıyla veriyor. Ralph Fiennes filmin tuzu biberi.  Javier Bardem ise gelmiş geçmiş en eğlenceli oyunculuğunu sergilemiş, eleştirmenlerden tam not almış. Yönetmen koltuğunda American Beauty (1999) filmiyle Oscar almış Sam Mendes oturuyor. Filmin Imdb puanı 8.1 ve En İyi 250 Film listesinde yerini almış.

18 Kasım 2012 Pazar

Aşk Yemini / The Vow


  Sevdiğiniz kişi ile her şeye yeniden başlayabilir misiniz? Karşınızdakine yeniden aşık ettirebilir misiniz kendinizi? Bir gün, sevgiliniz sizi hatırlamasa naparsınız, yeniden nasıl tanıtırsınız kendinizi?
  Yeni evli bir çift olan Paige (Rachel McAdams) ve Leo (Channing Tatum), bir gece mutlu bir şekilde evlerine dönerlerken trafik kazası geçirirler. Paige komaya girer, bu sırada karısının uyanmasını bekleyen Leo’ yu bir sürpriz beklemektedir. Paige, uyanır ve hafızasını kaybetmiştir. Leo, kazadan önceki hayatına yönelik çok az şey hatırlayan karısına, kendini hatırlatmaya çalışır. Fakat Paige, kocasıyla ilgili hiçbir şey hatırlamaz ve onu bir yabancı olarak görür, yavaş yavaş ondan uzaklaşır. Leo zor bir dönem geçirmektedir. En sevdiği ve sevildiği kişi tarafından hatırlanmamak onu derinden yaralamaktadır. Kendini ve ilişkilerini hatırlatmak için elinden geleni yapan Leo’ nun çabaları sonuç vermemektedir. Karısını gün geçtikçe daha da yitiren genç adam derin bir üzüntü ve çaresizlik içindedir. Paige’ ın şiddetle ayrıldığı baba evine dönmesi ise Leo için tam bir yıkım olur.

  Paige eşini hatırlayabilecek midir? Evine geri dönebilecek midir? Yeniden Leo’ ya aşık olması mümkün müdür?.. Tüm bu soruların cevabı 104 dakikalık Aşk Yemini’ nde saklı.
  2012 ABD, Brezilya, Fransa, Almanya, İngiltere, Avustralya ortak yapımı Aşk Yemini (The Vow), romantik film sevenlerin ilgisini çekecek türden. Michael Sucsy yönetmenliğinde çekilen film gerçek bir hikayeden esinlenerek; Abby Kohn,  Stuart Sender, Marc Silverstein, Michael Sucsy ve Jason Katims tarafından senaryolaştırılmış. Kamera önünde bu aşk hikayesini biz seyircilere yansıtanlar ise; Not Defteri’ nden anımsayacağımız Rachel McAdams, Sevgili John’ da izlediğimiz  Channing Tatum.
  Biricik karısının sevgisini yeniden kazanmaya çalışan bir adamın çırpınışlarını izleyeceğiniz Aşk Yemini, yağmurlu bir sonbahar günü filmi olabilir. Eğer romantik ve dram filmleri tam benlik diyorsanız ve ‘bu hafta sonu ne izlesem’ diye düşünüyorsanız Aşk Yemini doğru tercih olabilir.
Yazan: Ceren Gökdağ

9 Kasım 2012 Cuma

World War Z'den İlk Fragman

  Merakla beklenen bu filmi zombi istilasını konu alıyor. Brad Pitt, Matthew Fox, Mireille Enos ve James Badge Dale filmin başrollerini üstleniyor. Filmi Marc Foster yönetti. World War Z 21 Haziran 2013′te gösterime girecek.
Yazan:Hürrem Erdoğan

8 Kasım 2012 Perşembe

Hobbit'den Yeni Posterler Yayınlandı

 Aralık 14 de gösterime girecek olan Hobbit'de makyaj ve diğer görsellerden sorumlu Weta Workshop Resmi facebook sayfasında 9.11.12 tarihli 4 adet poster yayınlandı. Özellikle kitabı okuyanlar posterden filmin önemli karelerinden bahsettiğini çok rahat anlayacaklar.Sabırsızlıkla bekliyoruz.
Yazan: Hürrem Erdoğan


6 Kasım 2012 Salı

Sevginin Gücü / Léon: The Professional


Leon: You need some time to grow up little

Mathilda: I am finished growing up, i just get older.

  Leon, objektif bakıldığında basit bir konusu varmış izlenimi yaratan bir film. Ancak Leon’u izlemeye başladıkça aslında hiç de basit olmadığını görebiliyoruz. Uzaktan baktığımızda bir tetikçi ve “baba” lığını yaptığı bir kızın hikayesini anlatıyormuş gibi görünse de filmin ilk izlenimiyle alakası yok. Üstelik Leon ve Mathilda arasındaki ilişki de baba-kız ilişkisinden oldukça uzak. Hatta aşkın bir başka çeşidi olarak bile tanımlanabilir. Mathilda’nın ağzından dinlediğimiz zaman büyük oranda aşk olduğunu düşünüyoruz zaten. Ancak, 13-14 yaşlarındaki bir kızın babası yaşındaki bir adamla yaşadığı aşkvari ilişki birçoğumuzu rahatsız etmiyor. Çünkü film öyle bir sunuyor ki, zaten olması gereken buymuş izlenimiyle filmi bitiriyoruz. 
  Mathilda-Leon ilişkisi bazıları tarafından rahatsız edici bulunabilir. Çünkü aradaki ilişki ne baba kız ilişkisi, ne de düz bir bakım. Bu yüzden film pek çok ülkede sansürlü olarak yayınlanmış. Ancak gerçek tadını alabilmek için sansürsüz olarak izlenmesi gerekiyor. Yalnızca aralarındaki ilişkinin boyutu değil, Mathilda’nın sigara içiyor olması gibi hareketleri de sıkça eleştirilmiş. Üstelik Leon’un Mathilda’ya “tetikçi”liğe dair bir şeyler öğretiyor olması, Mathilda’nın bu hareketleri çok doğalmışçasına benimsemesi, Leon’u baştan çıkarmaya çalışması gibi ögeler de rahatsız edici bulunabilir fakat bence filmi tamamlayan ve farklı kılan asıl noktalar bunlar.
  Filmin en çok akılda kalan ve olduğundan sevimli hale getiren noktaları Leon’un durmadan süt içiyor olması ve çiçeğine gösterdiği muazzam ilgi. Film süresince Leon o kadar çok süt içiyor ki bunu aslında katil olmasına rağmen içindeki saflaşmaya yönelik arzuyla bağdaştırabiliriz. Aynı zamanda sürekli olarak çiçeğini temizlemesi, ona çocuğu gibi bakması ve her yere taşıması da kendi içindeki temizlenme ve sahiplenme arzusuyla ilişkilendirilebilir. Son olarak da filmin sonunda giren Shape of My Heart’ın etkisinden bahsetmemek olmaz. Son sahnenin çarpıcılığı bir yana, akılda kalıcı olmasını sağlayan şey de bu şarkı. Ayrıca diğer soundtrackleri de oldukça iyi ve yerinde kullanılmış.
  Oyunculara ve yönetmenine göz atacak olursak Leon rolünde yılların başrol oyuncusu Jean Reno’yu görüyoruz. Kendisi karizmatik olmasının yanında harika oyunculuğunu çoktan kanıtlamış durumda. Son yıllarda Jean-Christophe Grange kitaplarının uyarlama filmlerinde sıkça karşımıza çıkmakla birlikte benim en çok sevdiğim filmi hala daha Leon. Hem soğukkanlı bir katil, hem de sevdiği bir insan söz konusu olduğunda elinden gelen her şeyi yapıp, şartları zorlayacak birini böylesi oynamak zor olsa gerek. Mathilda rolündeki Natalie Portman için ise söyleyecek çok şey var. Zira kendisi günümüz filmlerinin aranan oyuncularından. Ancak kariyerinin ilk ciddi filmi olan Leon’un onun hayatında bir dönüm noktası yarattığını söyleyebiliriz. 13 yaşında olmasına rağmen ne kadar iyi bir oyuncu olacağı daha o zamanlardan belli. Kaldı ki kendisini daha sonra Star Wars serilerinde Padme olarak görmüşlüğümüz, Black Swan’da harikalar yaratırken izlemişliğimiz var.
  Diğer oyunculardan en çok bahsedilmesi gereken polis rolündeki Gary Oldman. Benim kendisini keşfetmişliğim Harry Potter filmlerindeki Sirius Black karakteriyle olsa da, Leon’daki oyunculuğu şüphesiz en çok akılda kalan rolü. Luc Besson filmlerinin ise güzelliği ortada. Ancak “Beşinci Element”, “Angel-A” gibi filmlerini vurgulamadan geçmek olmaz. Kendisi yönetmenlik yaptığı gibi “Taxi” serisi gibi pek çok filmin de senaryo yazımında yer alıyor.
  Leon, 1994 yapımı olmasına rağmen hala daha güncelliğini koruyabilen, bize her daim keyif verebilen filmlerden. Üstelik aldığı 8.6 lık IMDB puanıyla da güzelliğini kanıtlar cinsten. Tavsiyem filmi önyargısız bir şekilde defalarca izlemeniz yönünde. Çünkü gerçek tadına ancak o zaman varabilirsiniz.
Yazan: Tuğçe Öpöz



3 Kasım 2012 Cumartesi

The Hobbit'den Karakter Posterleri

  Hobbit'in çıkış tarihi 14 Aralık tarihine günler kala filmin karakter posterleri yayınlandı. Posterlerde cüceler dışında (Dwarves) Gandalf, Gollum ve Bilbo Baggins'in posterleride var. Hepsini görmek isterseniz devamı yazan kısma tıklayın.

















Yazan: Hürrem Erdoğan

2 Kasım 2012 Cuma

Koro / The Chorus

  Les Choristes, 2004 yapımı bir Fransa İsviçre ortak filmi. İzlediğim en iç ısıtıcı fransız filmi diyebilirim Les Choristes için. Türkçeye de  orijinalini değiştirmeden "Koro" olarak çevrilmiş. Bize hiçte yabancı olmayan bir konuyu işlemiş yönetmen Christophe Barratier: Fransızların Mahmut hocası Gérard Jugnot ile hayat bulmuş. Konu,2. Dünya Savaşının ardından öksüz kalan ve yöneticilerinin kötülüğüyle yetişen çocukların bulunduğu, toplumdan neredeyse tecrit edilmiş bir çocuk yurdunda geçiyor. Adı; Fond De L'etang, yani Gölün Dibi. Müdür rolünde sert ve sinsi mizacı ile François Berléand, ve bu sertliğe sessizce baş kaldıran yumuşak yüzlü müzik öğretmeni Clément Mathieu (Gérard Jugnot)  yer almakta. Zorbalığa yakın bir disiplinle yetişmiş olan yurt sakinleri, okula yeni tayin edilen Clément Mathieu ile kendi bildikleri yoldan anlaşmaya çalışırlar. O zamana kadar kendilerine hiçbir merhamet göstermeyen herkese olduğu gibi yabani, dolayısıyla da haşarı ve tehlikelidirler.Buna karşın Clément Mathieu çocuklara ulaşmanın en derin yolunu seçer; yani müziği.. Mathieu, Müdür Rachin'in itirazlarına ve çocukların bu "atıl" hallerine rağmen, içlerindeki cevheri keşfeder ve  "Gölün Dibi"nde, meleklere özgü sesleriyle bir çocuk korosu kurmayı başarır.Hayatlarında ilk kez bu kadar naif bir dokunuşu hisseden çocuklar ise  yeni bir yaşam sürebileceklerini farkederler..
  Ölü Ozanlar Derneği ekolünden işlenişi harika, müzikleriyse filminden çok daha güzel bir umut filmi izletiyor Les Choristes. Bu da filmin en tatlı sahnelerinden ve en güzel müziklerinden biri.
Yazan: Yasemin Yıldız




1 Kasım 2012 Perşembe

Kusursuz Fırtına / The Perfect Storm

  Sinemada izlediğim ilk film. Tabii sinema ile ilk tanışma için ekstra etkileyici bir film olmuştu benim için. O gün bu gündür sinema diyince büyülenmemde bu yüzden olsa gerek. Wolfgang Petersen yönetmenliğinde 2000 yapım bir filmdir kendisi. İsminden de anlıcağınız üzere aksiyon, gerilim, macera kısmende dram türünde çekilmiş o zamanlar için iz bırakan cinsten bir filmdir. Hatırlamak içinde bir kez daha izlenebilir, izlendiğinde de 2. Kez olmasına rağmen sıkılmak olanaksızdır.
  Başrollerini George Clooney ve Mark Wahlberg paylaşır. Sanırım, Clooney ile ilk kez tanıştığım filmdir de hayran kalmadım değil. Gelelim konusuna; George Clooney, gemimizin kaptanıdır ve yanında 5-6 kişilik bir ekiple kılıç balığı avına çıkar ki bu adamların işi de budur zaten. Ama işlerin iyi gitmediğini gören kaptan para hırsıyla beraber havayı da düşünmeksizin açılırlar. Haliyle beklenildiği üzere tarihte yaşanılması zor fırtınalardan birinin tam ortasına düşerler. 


  Tahmin edildiği üzere bolca dalga ve haberleşme olmaksızın gerilimli kareler bu dakikadan sonra başlar ve sürer. Sonunu da söylemeyeyim. Ama eğer severseniz gemi, okyanus artı gerilim, aksiyon tam biçilmiş kaftandır. Bu filmin üstüne benzer filmler çekilmiş midir, tabiki evet ama bu film ilklerindendir oyuncular sağlamdır. Biraz eskilerden film izleyeyim derseniz beğeneceğiniz bir yapıttır.
Yazan: Zeynep Erdoğan





30 Ekim 2012 Salı

Star Wars 7 Geliyor!

  Bir adam düşünün ve bu adam bir filmden (Indıana Jones serisini saymazsak) milyon dolarlar kazanıyor hatta şimdide milyar dolarları kazanıyor. Kim mi bu adam ? Tabiki George Lucas. Walt Disney şirketi geçen gün içinde Marvel Comics'i 4 milyar dolara satın aldığı gibi aynı parayı vererek Lucasfilm'i bünyesine kattı. Ve bu olay olduğu gibi yaptığı açıklamada Star Wars VII'nin 2015'de çekileceğini açıkladı. 
  Bana sorarsanız Star Wars serisi 5 film olsaydı eksik olurdu, 7 filmde olsa eksik olurdu. Ama iş paraya geldiğinde Walt Disney Star Wars ile çok ama çok paralar kazanacak. Şimdiden 2015'i iple çekiyoruz.
Yazan: Hürrem Erdoğan

The Wolverine'den Teaser Poster

 2013 yılında gösterime girecek olan The Wolverine filminin başrolünde Hugh Jackman var desem kimse şaşırmaz herhalde.Wolverine bu sefer kendini Japonyada samurayların arasında buluyor.Wolverine serileri bu gidişle ününe ün katmaya devam ederken Hugh Jackman 6. kez Wolverine olarak beyaz perdede karşımıza çıkacak ve sanırım Hugh Jackman ve saçları olduğu sürece Logan'da olacak.
Yazan: Hürrem Erdoğan

29 Ekim 2012 Pazartesi

Iron Man 3'den Fragman ve İlk İzlenimler

  Marvel'in Örümcek Adam'la beraber para bastığı diğer kahraman Demir Adam (Iron Man) daha geniş kitlelere yayılmaya devam ediyor. Tam tarihi belli olmamakla beraber Marvel yayınladığı son fragmanla 2013 tarihinde gösterime gireceğini ilan etti. Başrollerinde her zamanki gibi Robert J. Downey yer alıyorken karşısına bu sefer düşmanı olarak Ben Kingsley geçiyor. Memento'dan tanıdığımız Guy Pearce'de cabası.
  Iron Man 2 den yana tasarımcılar boş durmamış ve 3. filmde bizi bambaşka bir kostümle şaşırtmayı düşünüyor.Görsellerden bakacak olursak Captain America gibi Amerikan bayrağına hitafen mat mavi ve mat kırmızıya bürünmüş. Birazda War Machine benzememiş değil. Sözü daha fazla uzatmanın anlamı yok, karşınızda Iron Man 3'ün fragmanı! 
Yazan: Hürrem Erdoğan




19 Ekim 2012 Cuma

Abraham Lincoln: Vampir Avcısı / Vampire Hunter


  Sonunda. Uzun zamandır görsellik ve fantastik bakımdan kendimi bu kadar doyurmamıştım. Görselliği o kadar iyiydi ki kendimi Abraham Lincoln'ün ek iş olarak vampir avına çıktığına inandırdım. Tamda kendi kendime vampir piyasası bitti, artık yapımcılara o kadar para kazandırmaz dediğim anda çıktı bu film. Para kazandırdı mı kazandırmadı mı diye soracak olursanız. Size kısaca kazandırmış diyebilirim. Her sahnesi ayrı bir efektle süslenmiş filmin bütçesi 69 milyon dolar. Kurgu şahane ve sürükleyici, hiç kendinden bıktırmıyor. İki saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile. 
  Filmin yönetmenliğini değişik işlerin adamı Timur Bekmambetov yapıyor. Değişik iş demişken Wanted'dan bahsediyorum.Yapımcısı ise Tim Burton. Filmin oyuncu kadrosunda fazla tanınan isimler yok, en azından benim için bu böyle. Abraham Lincoln'ü canlandıran Benjamin Walker'ı eskiden fazla beyaz perdede görmemiş olsakda bu filmden sonra sık sık beyaz perdede göreceğimize eminim. En azından gözden kaçmayacak kadar Liam Neeson'a benzerliğinden ötürü. Abraham'ın vampir hocası rolündeki Dominic Cooper filmin diğer oyuncuları Abraham'ın eşi Mary Todd (Mary Elizabeth) ve çocukluk arkadaşı Will Johnson (Anthony Mackie) gibi hep önemli filmlerde en arka planda kalan oyunculardı. Bu filmde biraz ön plana çıkmışlar. Umarım daha da ön plana çıkarlar.

  2012 yapımı filmden biraz bahsedecek olursak, filmi yüzeysel bakarsanız her şey güzel hoş. Fakat biraz irdelerseniz filmde mantık hataları ve o kadar güzel görselliklerin arasında anormallikler göze çok net çarpıyor. En basit örneğiyle ben şu ana kadar izlediğim filmlerde gümüşle vampir değil kurtadam öldürdük. Bu filmde ilk defa böyle bir şey karşımıza çıkıyor üstüne üstlük gümüş filmin dönüm noktası haline geliyor. Umarım Timur Bekmambetov'un yaptığını Hollywood alışkanlık haline getirmez. Alın kazığınızı öyle öldürün dedirtiyor izleyenlere.Filmden en zevk aldığım sahneler Abraham'ın annesinin katili olan Barts adındaki vampiri atların üzerindeki kovalama sahnesi ve final sahnesinde trenin üstündeki bir baltayı iki kişinin kullandığı sahne. Keşke tren sahnesini tümden etkileyici sahne olarak alsaydım ama yeşil sahne (green box) uygulandığı net bir şekilde belli. Ayrıca yıllardır düşmanı olan vampirlerin yaratıcısı Adam'ın ölüm sahnesi de "böyle mi olacaktı" dedirtiyor bizlere.
  Konusuna gelecek olursak sizinde yazının geri kalanından tahmin edeceğiniz gibi; Abraham Lincoln'ün biyografisi şeklinde ilerliyor, nasıl başkan olduğundan bahsediyor tabi fantastik olarak anlatıyor desek daha olur. Ve Başkan Lincoln'ün günlüklerinden yola çıkarak nasıl Vampir Avcısı olduğunu ve ülkenin asilere karşı mücadelesinin vampir boyutuna taşıyor.
  Filmi izleyeceklere tavsiyede bulunmak gerekirse görsellik arayanlara önerilir ama mantık aramaya kalkışırsanız biraz canınızı sıkabilir.Ben görsellik arıyordum aradığımı buldum.

                                             "Her kişi özgür kalana kadar, hepimiz köleyiz."
Yazan: Hürrem Erdoğan



Django Unchained Filminden Karakter Posterleri Yayınlandı

  Ünlü yönetmen Quentin Tarantino'nun son filmi Django Unchained (Zincirsiz) filminden karakter posterleri yayınlandı. ülkemizde 18 Ocak 2013 tarihinde vizyona girecek bu filmde Tarantino'da küçük bir rolde görev alıyor. Jamie Foxx, Leonardo DiCaprio ve Samul L. Jackson gibi ünlü oyuncular yer alıyor. 








Yazan: Hürrem Erdoğan

14 Ekim 2012 Pazar

Başlangıç / Inception



  Yönetmenliğini Christopher Nolan’ın yaptığı, birçokları tarafından trailerları izlendikçe aylarca ve heyecanla beklenen 2010 yapımı Inception şüphesiz ki son zamanların en iyi filmlerinden. Üstelik çıktığı günden bu yana, aynı kulvarda daha iyisinin gelmediğini düşünüyorum. Bu film her alanda harikalar yaratmış bir film. Öncelikle yönetmeninin giderek yükselen kariyerinden bahsetmek yanlış olmaz. Christopher Nolan pek çok güzel film yaptı ancak Inception’a kadar çektiği/yazdığı en iyi üç film Memento , Prestige ve The Dark Knight Rises olarak akıllarda yer etti. Hatta Inception çekilene kadar pek çok hayranı artık daha üstüne çıkamayacağını düşünüyordu ki Inception yapılan tüm yorumları yerle bir ederek Nolan filmlerinin zirvesine yerleşti.

  Inception, filmin konusunun anlatılmasından ziyade üzerinde konuşulması gereken bir film. Tüm uzunluğuna rağmen defalarca izlenebilecek, üstelik de her izlendiğinde içine girebileceğiniz filmlerden. Çünkü filmin her karesi dolu. Filmden felsefik çıkarımlar yapmak da mümkün, psikolojik kuramlara yapılan göndermeleri bulmak da. Ancak tüm bunları bulma amacında değilseniz bile, olay örgüsü, heyecanlı sahneleri ve ilginç kurgusuyla bile en azından iki kere izlenmeyi hak ediyor.

  Bazı sosyal medya platformlarında Matrix’le aynı kefeye koyulmuş ve hatta Matrix’in 2000’lerin başından sonraki film endüstrisinin değişimine yol açtığı gibi Inception’ın da 2010 sonrası filmlerde bir değişime yol açabileceği iddia edilmiş. Bu da benim de katıldığım bir fikir olduğundan buraya da almayı seçtim. Zira Inception birçok rüya kuramından (Freud, Lacan ve Sagan) açıkça esinlenen bir film. Aynı zamanda Matrix üçlemesiyle de benzer birçok yanı var.
  Filmin konusuna gelecek olursak; Dom Cobb (Leonardo Di Caprio) bir hırsızdır. Ancak bu hırsızlık bildiğimiz bir tarzda değildir. Cobb, bir fikir hırsızıdır. İnsanların zihinlerine rüyalar aracılığıyla girerek onların fikirlerini çalmaktadır. Pek çok klasik aksiyon filminde olduğu gibi, yine Cobb’a son bir iş teklifi gelir ve o da bunu kabul ederek en iyi adamlardan oluşan ekibini toplar. Yalnız yapılacak son iş’in bir farklılığı vardır; Bu sefer bir fikir çalmayacak, bir fikir yerleştirecektir.
  Konusunu bir önceki paragrafta kısaca bu şekilde özetleyebileceğimiz filmin yardımcı oyuncularından da söz etmemek olmaz. Zira yardımcı oyuncuların her biri daha önce birer filmde başrol oynamış ve kendini zaten kanıtlamış kişiler. Ancak Leonardo Di Caprio filmde daha baskın bir profil çizdiğinden, konuyu ana hatlarıyla anlatırken sadece kendisinin adının geçmesi doğal. Cobb’un en has adamı rolünde 500 Days of Summer’dan hatırlayacağımız Joseph-Gordon Lewitt var. Kendisi, 500 Days of Summer’da neredeyse sevimli bir oğlan çocuğunu canlandırmışken, Inception’da oynadığı rolün hakkını veriyor. Aynı zamanda bir diğer önemli yardımcı rolde Ellen Page’i görüyoruz. Sanırım kendisini bir kısmımız Juno’dan hatırlayacaktır. Onun da bu filmde fazlasıyla büyüdüğünü ve ciddi rollere yakıştığını düşünebiliriz.
  Diğer yardımcı rollerin her birine uzun paragraflar ayırmak isterdim ancak yalnızca isimlerini anmakla yetineceğim. Ken Watanabe, Micheal Caine ve Marion Cotillard bu yardımcı rollerin başlıcaları. Her karakter kendi içinde harikalar yaratmış olsa da, Leonardo Di Caprio eskiden getirdiği “baby face” imajını yerle bir ederek, kendisinin görünenden çok daha iyi bir oyuncu olduğunu gösteriyor.
 Film, olay örgüsü itibariyle bir yandan ana konuyu işlerken bir yandan da bizi bilinçaltının derinliklerinde yolculuğa çıkarıyor. Ancak film o kadar iyi örülmüş ki, her hangi bir noktada bir falso verdiğini görmüyoruz. Üstelik sürekli olarak ‘hikaye içinde hikaye’ şeklinde ilerleyen bir film olmasına karşın, bizi Lost gibi cevapsız sorularla bırakmıyor. Aksine cevabını verebildiği tüm soruları cevaplıyor ve filmin sonunu da özellikle seyirciye bırakıyor. Yani bir nevi Nolan seyircinin zihnine rüya/gerçeklik ayrımına dair fikirler ekmiş oluyor. Aslında inception’a maruz kalmış olan bizler olarak bitiriyoruz filmi.
  IMBD puanı 8.8, oyuncuları ve yönetmeni şahane. Yani diyeceğim o ki: Bu filmi izlemediyseniz bir an önce izleyin. Hatta bir kere değil, daha fazla izleyin. Daha ayrıntılı özümsemek adına da ayrıntılı araştırmalar yapıp, üzerinde düşünürseniz elde edeceğiniz sonuçtan memnun kalacağınız aşikar.
Yazan: Tuğçe Öpöz